29 Haziran 2010 Salı

Bölüm 7





“Naaazlllllııııııı!”

Acı bütün bedenimde hâkimiyet sağlamıştı. Kollarımı karnıma sımsıkı dolamıştım ve acıdan hareket edemiyordum. Sevdiğim kız sadece birkaç santim ötemde yarı baygın bir halde uzanıyordu, içim kan ağlıyordu ama acı ona ulaşmamı imkânsız kılıyordu.

Yeter, yardım etmeliyim, onun bana ihtiyacı var…

Gözlerimi zorlukla odaklayarak ihtiyara baktım. Yüzünden korkmuş bir ifade vardı. Gözleri şaşkınlıktan iri iri açılmıştı. Hareket etmeden bizi izliyordu. Daha doğrusu hareket edemiyor gibiydi. O da mı acı hissediyordu? Yoksa… Belki de bizim içinde artık çok geçti. Belki bu acının sebebi başarısızlığımızdı. Ve o bunu anlamıştı. Geçmişine dair anılar mıydı onu böyle hareketsiz kılan? Bilmiyordum… Aklımı… toplayamıyordum. Sadece acı vardı şimdi benim için.

Canım çok acıyor… dayanamıyorum… Kıvanç…

Nazlının sesiydi bu. Aklımın yeni bir oyunu muydu ya da? Kendi acımın yanında onun da acısını çekiyordum. Acının dalgalandığı bedenimi bir de kalbim yoruyordu. Her kalp atışımda acı pompalanıyordu damarlarımda. Benim ve Nazlının acısı…

Nazlı, dayan sevgilim… Sakın… sakın kendini bırakma, güçlü ol.

Ve kalbimin derinliklerine fısıldadığım son sözcüklerimin ardından kendimi kayalıklara bıraktım düşünmeden. Acının azaldığını anımsıyordum az çok. Ama gözlerim görmüyordu artık, kulaklarımsa sadece uğulduyordu. Ellerim hissizleşmişti. Ve bedenim özgür kalıyordu yavaş yavaş. Zihnim süzülürken derin sularda, bedenimi göklere açmıştım şimdi. Nazlı… ona ne olacaktı? Kendimi düşünmeyi uzun zaman önce bırakmıştım ama onu hep düşünecektim…

Zihnim çok daha derinlere süzülüyordu. Acım çekilirken bedenimden ağır ağır, bedenimin de gevşediğini hissettim. Bilincimi yavaş yavaş kaybedişimi hissettim. Ve her şeyin anlamsızlaşmasını ama yeni anlamlara da kavuşuşumu hissettim.

***

Gözlerimi sert bir zeminin üzerinde açtım. Tuzlu deniz kokusu vardı havada. Hala sahilde miydim? Derin bir nefes aldım yavaşça. Ciğerlerimin acıdığını hissettim. Hala hissediyordum, yaşıyordum. Kulaklarım uğuldamıyordu artık. Ya gözlerim? Açsam görebilecek miydim? Düşünmenin anlamsızlığını fark ettim. Yavaşça göz kapağımı araladım. Ay ve etrafındaki yıldızlar vardı bulutsuz gökyüzünde. Doğrulmaya çalışım ama hem hissettiğim acı hem de göğsüme konan bir el buna engel oldu.

“Hareket etme delikanlı.”

“Wlax?” Yaşlı adam yanımda diz çökmüş bir halde bana bakıyordu. Gözlerinde rahatlamış bir ifade gördüm.

“Benim evlat, bir şeyiniz yok, geçti.”

“Nazlı?” Şu an kendimden çok onu düşünüyordum. Dudaklarında kan gördüğümü hatırlıyordum.

Başıyla biraz daha ileriyi gösterdi. Kafamı yaşça çevirip soluma baktım. Nazlı… Açık kahve saçları dalgalar halinde yerdeydi. Gözleri hala kapalıydı. Yavaşça elimi uzatıp elini tuttum. Soğuktu.

“O iyi mi?” Konuşmakta hala zorlandığımı fark ettim.

“İyi olacak. Beni çok korkuttunuz.”

“Bize ne oldu? O kan neydi?”

“Sanırım artık bedenlerinizdeki ruh parçaları canlandı. Kıvılcımlar birbirini bulduklarında ve gerçekleri öğrendiklerinde ruh parçaları hayat bulur. Ve şu an muhtemelen özel güçleriniz var. Önceden de vardı, ama şuan tam çalışıyor olması gerekiyor. Ama bütün bildiklerimin sizi kapsadığından emin değilim. Hele de onu.” Başıyla tekrar Nazlı’yı işaret etmişti.

“Ne demek istiyorsun? Onu farklı yapan ne?”

“Ben de bilmiyorum. Ama onda hissettiğim her neyse, çok… güçlü…”

Diyecek hiç bir şey bulamıyordum. Artık güç kelimesi de bana çok farklı şeyleri anımsatıyordu.

“Ne hissediyorsun şu an?” Wlax’in pürüzlü sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım ve bakışlarımı Nazlı’dan Wlax’e çevirdim.

“Ne demek ne hissediyorum?”

“Demek istediğim bir değişiklik hissediyor musun? Özel gücünü merak ediyorum da.”

“Hayır.” Şuan da ‘acaba uçabiliyor muyum?’ dan çok ‘ Nazlı iyi mi?’ sorusunun cevabını merak ediyordum.

Bir kez daha doğrulmayı denedim. Bu sefer acı yoktu. Beni durdurmaya çalışan bir el de. Kayalıklardan biraz uzakta beton bir yolda olduğumuzu fark ettim. Koşu yoluydu bu. İhtiyar biz bayılınca bizi buraya taşımış olmalıydı. Etrafıma biraz daha baktıktan sonra Nazlı’ya yöneldim. Kolları çarpık bir şekilde serbest bırakılmıştı. Yanına diz çöktüm.

“Nazlı? Kendine gel Nazlı…” Gözlerim dolmuştu bir anda. Çok garip şeyler hissediyordum. İhtiyarın tahmin ettiği gibi özel gücümle mi ilgili bir durumdu bu yoksa? Hayır… Bu sadece Nazlı ile ilgiliydi. Dudaklarındaki kan hâlâ duruyordu. “Nazlı lütfen… aç gözlerini yalvarırım…”

Kıvanç?

Beynimde yankılanan sesi ile kendimi daha fazla tutamadım. Gözyaşlarım yavaş yavaş süzülmeye başlamıştı yanaklarımdan.”Nazlı?”

Sonra kirpiklerinin hareket ettiğini fark ettim. Ardından yavaşça gözlerini açtı.

“Nazlı! İyi misin aşkım?”

“Ben… e-evet iyiyim. Başım dönüyor biraz. Neler oldu öyle? Acı, çok fazla acı vardı…”

“Bilmiyoruz bir tanem, evet ben de aynı acıyı hissettim.” Hatta daha fazlasını… “Biraz daha iyiysen kalk artık, üşütebilirsin.”

Yavaşça doğrulmaya çalıştı ama canı acımış olacaktı ki hızla kendini geri bıraktı. Zamanında uzanıp sarılmasam başını yere çarpacaktı.

“Tamam, sen kımıldama.” Nazlıyı kucağımda taşımaya karar verdim arabaya kadar. Ama önce ihtiyar işini halletmeliydim. Daha ona soracak çok sorum vardı. “Wlax… amca,”

“Bana sadece Wlax diyebilirsiniz.”

“Pekâlâ, Wlax, bu benim kartım,” cebimden bir kart çıkarıp verdim. ”Telefon numaram ve adresim üzerinde. Şimdi gitmemiz gerekiyor ama sizinle konuşmam gereken daha çok şey var.”

Kartı yavaşça elimden alıp kısa bir süre inceledikten sonra ceketinin cebine koydu.

“Tamam, evlat, sen onun dinlenmesini sağla, ben size mutlaka ulaşacağım.”

Başımla hafifçe onayladıktan sonra yere eğilip Nazlı’yı kucağıma aldım. Yavaş adımlarla arabama doğru giderken arkamda birçok soru işareti bırakmıştım. Ama cevaplarını almam çok da uzun sürmeyecekti.

***

Nazlı’yı yavaşça sağ koltuğa oturttuktan sonra direksiyona geçip arabayı çalıştırdım. Şimdi nereye gitmeliydim? En doğrusunun onu benim evime götürmek olduğuna karar verdikten sonra yola çıktım. Nazlı uyuyakalmıştı. Bebekler gibi uyuyordu. Masum ve saf…

***

Kapıyı yavaşça araladım. Arabadan inerken Nazlı uyanmıştı ama hala kendinde değil gibiydi. Kapıyı açtıktan sonra onu tekrar kucağıma alıp evin karanlık girişinde ilerlemeye başladım. Onu doğruca odama götür yatağa bıraktım. Üzerine de çarşafı örtükten sonra dolaptan kendim için bir yastık ve bir çarşaf da alarak odadan çıktım. Oturma odasının koltuğunda kendime bir yer yapıp mutfağa yöneldim. Dolaptan su şişesini çıkardım ve kendime bir bardak su koyup mutfak balkonuna çıktım. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Gecenin karanlığına inat şehir ışıl ışıldı. Yollarda arabaların korna sesleri yankılanıyordu. Kimileri için hayat bu saatlerde başlıyordu, evet, ama kimilerine çekilme zamanıydı kabuklarına. Elimdeki bardaktan bir yudum aldım, şehrin dumanlı havasına karşı. Sonra aklıma bu akşam olanlar geldi. Wlax… düşününce o kadar da anlamsızdı ki. Yaşlı adamın biri çıkıyordu karşımıza. Bir efsane anlatıyor, ve bizim doğa üstü güçlerimizin olduğunu söylüyordu. Bir bedende birden fazla ruh… Bir çocuk masalına inanmamızı bekliyordu. Ve işte en tuhafı; biz de inanıyorduk. Anlattıklarını beynimiz reddediyordu ama kalbimiz dinliyordu dikkatle. Ne zamandan beri kalbim beynimden bu kadar farklı işliyordu? Ne zamandan beri bu kadar mantıksız şeylere inanıyordum? Acizlik? Bu bir acizlik miydi? İnanmaya ihtiyacımız vardı. Belki de sadece inanmak istiyorduk. Belki de içimizdeki bir şey bunu istiyordu…

Bir anda gözlerim karardı. Neler olduğunu bilmiyordum. Hiç bir şeyi göremiyordum. Hızla sol elimle balkon demirini tuttum. Bir anda dipsiz bir karanlığın ortasında kalmıştım. Sonra yavaş yavaş karanlığın derinliklerinden bir ışık parlamaya başladı. Beyaz bir ışık gitgide büyüyordu. Büyüdü, büyüdü… Sonra ışığın içinde birkaç insanın görüntüsü belirdi. Bir salonda oturuyorlardı. Bir konferans salonu gibiydi. Kimsenin yüzü görünmüyordu. Sadece siluetler vardı. Boyaları birbirine karışmış bir yağlı boya çalışması gibiydi görüntü. Paniklemiştim, elimdeki bardak aniden kaydı elimden. Kısa bir sessizliğin ardından boş sokakta bir camın parçalanma sesi yankılandı. Ve ardından kırılma sesini bir çığlık takip etti. Acı dolu, uzun bir çığlık. Tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir çığlık…

26 Haziran 2010 Cumartesi

Bölüm 6




“ Bu sizin kaderinizde var. Siz bu kaderle doğdunuz.”

“Siz de kimsiniz? Neden bahsediyorsunuz?” Nazlının sesi biraz hırçın, biraz da utangaçtı. Az önce tanımadığımız bir adam tarafından sarmaş dolaş yakalanmıştık, doğaldı.

“Benim kim olduğumdan çok sizin öğrenmeniz gereken şey… sizin kim olduğunuz.”

“Ne demek istediğinizi anlamıyorum” tuhaf bir şekilde gerildiğimi fark ettim. Fark ettiğim diğer bir şeyse istemsiz olarak Nazlı’yı arkama doğru çekmiş ve kendimi Nazlı ve yaşlı adamın arasına almış olmamdı.

“Anlayacaksınız, size anlatmak görevim…”

Nazlı bana garip bir bakış attı. Korkmuş gibiydi. Ben ise daha çok adımın kafayı bulmuş bir deli olduğunu düşünüyordum.

“Gelin çocuklar şuraya” Yaşlı adam sahildeki kayalıkları gösteriyordu.” Oturalım, sizi anlatacak çok şeyim var.”

İçimde yeni bir hissin daha dalgalandığını hissettim. Merak… Garip bir şekilde bu adamın vereceği cevapların beni ilgilendirdiğine inanıyordum. Acaba sesin ne olduğu konusunda bir şey biliyor muydu?

“Bakmayın öyle, gelin hadi. Ben yaşlı bir adamım burada hastalanmamı istemezsiniz değil mi?”

Nazlı koluma girmişti, o da benim gibi hissediyor muydu? Yavaş adımlar la yaşlı adama doğru yaklaştık, kayalıkların üstüne çıkıp adama çok yaklaşmadan oturduk.

“Bizden ne istiyorsunuz?” Nazlı’nın sesinde artık merak vardı.

“Son zamanlarda garip olaylar yaşadınız mı?”

“Olmayan sesler duymak gibi mi?” Nazlı bunu heyecanla ağzından kaçırmış ardından da gözümün içine bakmıştı.

“Yüce drassian aşkına…” Ellerini yavaşça havaya kaldırıp anlayamadığımız garip sözcükler fısıldamaya başladı.

“Neler oluyor? Drassian ne demek? Ses sizin için bir şey ifade ediyor mu?”derken gözümü yaşlı adamın gözlerine dikmiştim.

“Hayatımı buna adadım ben evlat.”

“Peki, sen kimsin, adın ne?”

“Benim adım Wlax, ben de gençliğim de çok garip olaylar yaşadım, yaklaşık yüz elli yıl önce…” Sözünü bitirdikten sonra bize çekingen bakışlarla bakmaya başladı.

“ Bir dakika, yüz elli mi?” Nazlı’nın sesi bir an da yükselmişti.

“Siz kaç yaşındasınız?” diyebildim.

“Yüz yetmiş… beş…” Sesi kısılmaya başlamıştı. O da söylediğinin ne kadar çılgınca bir şey olduğunun farkındaydı. Yüz yetmiş beş…

“Nasıl? İmkânsız…” Nazlı kaskatı kesilmişti. Tek tek ve güçlükle konuşuyordu. Yavaşça uzanıp elini tuttum. Sakinleşmesini istiyordum.

“Sakin olun çocuklar, anlatacağım.” O da tepkimizden rahatsız olmuş gibiydi.” Nereden başlayacağıma karar veremiyorum. İlk defa kıvılcımlara durumu açıklıyorum.”

“Kıvılcım?”

“Kıvılcım… Tamam, sanırım önce efsaneyle başlamam daha doğru olacak. Bir roma efsanesinde Flodroya diye bir yaratıktan bahsedilir. Kudretli ve güçlü olduğundan... Aslında elimde efsanenin orijinal metninden küçük bir parça var. Tam olarak şöyle diyor:’… devlerin savaşı, son mücadeleydi…. Flodroya uğrunda hiçliği göze alarak, inandıklarıyla… Ateşin kudreti bile yetmezken kurtuluşuna, kıvılcımlar onu sonsuz kıldı… Sessizce beklerken…’ efsane bir kağıt üzerine yazılmış ama kağıt sanırım yakılmaya çalışılmış. Çünkü elimdeki parçanın kenarları yanık izleri taşıyor. Ama efsanenin bu kadarı bile yeteri kadar ipucu taşıyor. Flodroya, çocuklar, efsanevi, ölümsüz bir varlıktır. Bizim zamanımızın en büyük inanışlarından -ki sizin zamanınızda bilinmiyor- birinde tanrı Drassian’ın iki savaşçısından bahsedilir. Flodroya ve Gladrian… Birbiri ile sonsuz bir mücadele içinde olan ölümsüz iki varlık. Ve savaşları bir gün son bulmuş, ya da uzun bir süreliğine durmuş demek daha doğru olur. Çünkü Gladrian Flodroyayı yenmiş. Ama Flodroya yok olamayacak kadar güçlü bir varlıkmış. Ve o da bedenini bırakmış ve başka bir beden aramaya başlamış. Aradığı beden Gladrian’ın onu bulamayacağı, ama Flodroyanın ruhunu taşıyabilecek kadar güçlü olmalıymış. Aramış aramasına ama bulamıyormuş. Zamanı da azmış; ölümsüz de olsa bir ruh bir bedenden uzun süre ayrı kalırsa beden ölürmüş. Bu yüzden o bir değil, birden fazla bedene sığınmış. Ruhu parçalanmış ve her parçası daha güçsüz bir hal almış. Yıllarca o insanların bedenlerinde yaşamış. Ama geri dönüp Gladrian’la savaşması gerektiğini de biliyormuş. Ruhunu bir araya getirmeli ve eski ölümsüz gücüne kavuşmalıymış. Bu arada bedenlerinde bir ölümsüzün ruhunu taşıyan insanların ruhları da ölümsüzlükten etkilenmiş ve değişik güçler kazanmış.

“Hala kıvılcımın ne olduğunu açıklamadın” Nazlı’nın, yaşlının bu anlattıklarını mantıklı karşılıyormuş gibi bir ses tonu vardı.

“Kıvılcımlar Flodroya’nın ruhuna ev sahipliği yapan insanlardır. Flodroya sonsuz ateş anlamına gelir. Ateşin parçaları da kıvılcımlardır. Hem efsane böyle der, kıvılcımlar onu sonsuz kıldı. Yok, edilmek üzereyken kurtuluş onun için kıvılcımlardı.”

“Peki, bunun bizimle ne alakası var?” Bu sefer soru benden gelmişti.

“Çünkü sizde birer kıvılcımsınız.”

“Bunu nerden çıkardın? Sen nerden biliyorsun?”

“Biliyorum, çünkü bir zamanlar ben de kıvılcımdım. Kıvılcımlar her zaman birbirlerini hisseder.”

“Nasıl bir zamanlar?”

“Bir zamanlar… Çünkü uzun süre önce Flodroya’nın ruhu bedenimden ayrıldı. Bizim inanışımıza göre bir insanın ruhu yirmi beş yaşında tam olgunluğa ulaşır. Ve Flodroya olgun bir ruha sahip bedende kalamazdı. Bu yüzden yirmi beş yaşına gelene kadar kıvılcımların Flodroyayı canlandırması gerekir. Eğer bunu başaramazlarsa Flodroyanın ruhu insanın bedenini onarılamaz bir hasara uğratarak serbest kalır, ama diğer parçalarla bu şekilde buluşamayacağı için, yeni doğan başka bir kıvılcım bulur kendine.”

“Onarılamaz bir hasar derken tam olarak ne kastediyorsunuz?” daha soruyu sorar sormaz, sormamalıydım, dedim içimden.

“Ölüm…”

Nazlının hızla nefesini tuttuğunu duydum. ‘Ölüm ya da güç, karar senin… İşte şimdi her şey anlamlı bir hal alıyordu. Eğer Flodroyayı canlandıramazsak ölümün bizi bulacağını söylüyordu ses.

“Peki, başarırsak, nasıl bir güç bizi bekleyecek?”

Soruma hazırlıksız yakalanmıştı. Elbette başaramazsak öleceksek, başarırsak da vaat edilen güce sahip olmalıydık.

“Bunu ben de bilmiyorum.” Gözleri donuklaşmıştı. Belki de anıları su yüzüne çıkıyordu birer birer. Sonra birden aklımda yepyeni bir soru işareti belirdi.

“İyi ama flodroyanın ruhunu artık taşımadığını söyledin, peki neden hala ölmedin ve bu kadar nasıl yaşadın.”

Soruma karşılık olarak gülümsedi önce. Sonra cevap verirken sesinde hafif bir eğlenme ve gurur var gibiydi.

“Dedim ya, ölümsüz ruh kıvılcımların ruhunu etkiler ve değişik yetenekler bahşeder. Benim gücüm iyileşmeydi.Ve bu beraberinde uzun bir ömür de getirdi, ama ölümsüz değilim. Her türlü yaradan, zarardan kolayca kurtuluyorum. Ve ruhu bedenimden ayrılırken çok acı çektim, evet, ama kendimi kısa sürede toplayıp hayatta kalmayı başardım. Ama diğer arkadaşlarımın ölümüne engel olamadım. Hepsi gözlerimin önünde parçalandı ve alev aldı birer birer. Ardından bunun bir daha yaşanmaması için uğraşmaya karar verdim. Yeni yeni masum insanlar ölememeliydi. Ben de yıllarca dolaştım. Kıvılcımları yakın mesafede hissedebiliyordum. Üstelik yeni bir kıvılcım belirlendiğin de de bunu şiddetli bir şekilde hissedebiliyordum. Ben de yeni seçilen kıvılcımları bulup, onlara yol göstererek Flodroyayı bir an önce diriltmeye uğraştım. Birkaç kıvılcımı bulmaya başardıysam da, ya diğerlerini bulamadık, ya da bulduklarım için artık çok geçti. Ama bugün burası ile ilgili içimde garip bir his vardı. Normalde hissettiğimden çok daha güçlü bir kıvılcım hissi…”

Nazlı ile kısa bir an göz göze geldik. Olanlara inanmakta güçlük çekiyordum. Az önce bir ihtiyarla tanışmıştım, içimde bir ruhu daha taşıdığımı iddia ediyordu, üstelik süper güçlerimin falan da olduğunu söylüyordu.

Uzun bir süre bir şey söylemeyince biz, yaşlı adam araya girdi.

“Peki, şimdi ne düşünüyorsunuz? Çocuklar iş işten geçmeden bana inanmalısınız.”

“Bütün bunları aklım almıyor,” derken Nazlının sesi kesik kesikti, ardından ufak bir çığlık koyuverdi. “Ahhh, anlamıyorum! Çok anlamsız bütün bunlar!”

“Kaderinize kulak verin, benliğinize ve sahip olduklarınıza inanın. Gerçek güç aslında hep sizinleydi. Size görevinizi yapmanız zorunlu kılındı.”

Sesi ben de duymuştum. Ve ses de ihtiyara inanmamız gerektiğini söylüyor gibiydi. Ilık bir esinti aramızdaki boşluğu doldurdu. Ilıktı ama tüylerimin ürperdiğini hissetmiştim. Daha dün sabah hayat benim için çok daha kolaydı. Şimdi ise kaderimin bana oynadığı oyunlarla boğuşuyordum. Flodroya… Kısa ama anlamı bizim için derin olan bu kelime aramızdaki boşlukta asılıydı. Bize verilen seçenekler bu kader oyununu daha karışık hale getiriyordu. Kim güce karşılık ölümü seçmek isterdi ki? Ama bizim durumumuzda her şey çok farklıydı. Bu denli farklı, büyülü bir dünya bizim için ne anlam ifade ediyordu? Bu gücün bize getirecekleri yanında götürecekleri nelerdi? Ya başaramayacak olursak, o zaman ölümün bizi nasıl bulacağını düşünmek, zamanı bizim için daha çekilmez bir hale getirmeyecek miydi? Peki ya seçme şansımız? Bize neden sorulmamıştı bunu isteyip istemediğimiz? Kaderimizin bize yüklediği bu sorumlulukları taşıyabileceğimizi kim biliyordu? Cevaplarını bilmenin imkânsız olduğu sorular…

Kocaman bir beyin fırtınasının ortasında ani bir sızı içimde hayat buldu. Sonra sızı büyüdü büyüdü ve bütün bedenimde tarifi imkânsız bir acıya sebep oldu. Birden bedenim kaskatı kesildi ve sımsıkı bastırdığım dudaklarımın arasından kırık bir tıslama sesi çıktığının farkına vardım. Neyin nesiydi bu acı? Sonra hissettiğim acıdan çok daha fazlasını hissetmeme sebep olan manzara bütün beynimi kapladı. Nazlı birden kayalıkların üzerine yığılmıştı. Gözleri acıyla sımsıkı bastırılmıştı. Ve dudaklarında ince kırmızı bir çizgi vardı.

Kan…

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bölüm 5



“Şimdi olmaz, bu gece olmaz… BENİ RAHAT BIRAKK!!!”

“Nazlı!” Hızla yere çöküp başını avuçlarımın arasına aldım. “Sakin ol Nazlı, lütfen bana bak ve sakin ol…”

“Canım çok yanıyor! Ne istiyorsan yaparım yeter ki… yeter ki beni rahat bırak.”

“Nazlı kendine gel! Bana bak! Geçti…” Geçtiğini biliyordum, çünkü ben de duymuştum.

“Öhöö öhö öhö…” Öksürüyordu, derinden ve ıslak...

“NAZLI! Kalk ayağa! Gidiyoruz, hemen! Bir dokto-…

Başını hafifçe kaldırıp bana yorgun bir bakış attı.

“İyiyim, sen de sakin ol…” Gülümsemeye çalışmıştı, ama şu anda perişanlıktan başka bir şey belli olmuyordu yüzünden.”Gerçekten iyiyim, gecemizi mahvetmesine izin veremeyiz.”

“Emin misin?”

“Kesinlikle…”

Kolumdan destek alarak ayağa kalktı. Bozuk bir gülümsemeyle elimi tuttu ve gözlerimin içine baktı. Ben ise hala onun iyi olup olmadığını ve şimdi ne yapmamız gerektiğini anlamaya çalışıyordum. O içeri doğdu yönelse de ben olduğum yerden hareket edebilecek gibi görünmüyordum. Çünkü… çünkü o sesi ben de duymuştum. Gece rüyamda da duymuştum, evet, ama uyanıkken duymak bambaşka bir şeydi. Bedenin tamamen kontrolünden çıkıyordu. Aklın düşünmeyi bırakıyordu. Sadece hissedebiliyordun.

“Kıvanç…” Dönüp bana baktı. “ Hadi gel, geçti, bak ben iyiyim…” Sesi benim de duyduğumdan haberi yok muydu? Böyle söylediğine göre cevap hayırdı. Önce ‘yalnız sen değilsin’ diyecek oldum, ama daha sonra onun yeterince sorunu olduğu aklıma geldi. Bir de beni düşünmemeliydi. Hem onun da dediği gibi gecemizin mahvolmasına izin vermemeliydik.

“ Tamam tamam, hadi.” Gülümsemeye çalışarak yanına gittim. Saçını düzeltmeye çalışıyor, bir yandan da kıyafetini çekiştiriyordu. “ Hala çok güzelsin.”

Kafasını kaldırıp gülümsedi, hem de tam olarak, gerçek bir gülümsemeydi bu. Hızlı adımlara içeriye, önceden ayırttığım masaya oturduk. Restoran denizin çok yakınında, bir sahil restoranıydı. Bizim yerimizde hemen cam kenarı ve deniz manzaralı bir yerdi. Garson yanımıza geldi, biz de siparişleri verdikten sonra geri gitti. Yalnız kalmıştık nihayet.

“İyi olduğuna emin misin Nazlı?” gözleri donuk bakıyordu. Ama yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. Soruma karşılık olarak kafasını kaldırıp, gülümsemesini artırarak cevap verdi.

“Senin yanında çok daha iyiyim.” Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.

“Ben… ben de senin yanında daha iyiyim.” İçimde yine yabancı bir hissin dalgalandığını hissettim. Yine bedenim kontrolümden çıkmış gibiydi. Ama bu seferki Ses’i duyarken ki gibi değil, çok daha yumuşak ve çok daha samimiydi. Sonra Nazlı’nın sesini duydum ama sessin yönünü anlayamıyordum. Nazlı karşımda oturuyordu ve ona bakıyordum, ama sesi her yerdeydi. “Elimi tut! Hadii…” heyecandan hızla nefesimi tuttum.

“Bir şey mi oldu kıvanç?” Her şeyden habersiz, gözlerinde soru işaretleriyle bana bakıyordu.

“Hayır! Yani yok bir şey…” Sesim heyecandan fazla yüksek çıkmıştı. Az önce ne olmuştu? Aslında bu o kadar da garip bir durum değildi. İnsan beyni bir sesi öğrendikten sonra, kafasında o ses her hangi bir şey söylüyormuş gibi bir düşünce olabilirdi. Bir tür yanılsamaydı. Bu yüzden fazla üzerinde durmadım. Sonra duyduklarım aklıma geldi. ‘Elimi tut…’ ne bekliyordum ki? Elimi yavaşça ileri doğdu uzattım. Bir an için heyecandan ürperdiğimi hissettim. Ama yavaş yavaş elimi uzatmaya devam ettim. En sonunda elim onu kinin hemen yanına geldiğinde yavaşça eline dokundum. Başını kaldırmadı. Başı hafif öne eğilmiş, dışarıdaki deniz manzarasını izliyor gibiydi. Sonra elini tuttum. O esnada kafasını kaldırıp, bana ürkekçe bir bakış attı. Utanmıştı, ben de öle. “İyi ki varsın” diyebildim.

“Sen de Kıvanç…”

“Ehem ehem! Siparişleriniz efendim…” Garsonun yalancı öksürüşüyle hızla ellerimizi gerçi çekip sırıtmaya başladık. Ardından yemeğimizi yerken birbirimize sorular sorduk. Reklam ajansında çalıştığını öğrendim. Varlıklı bir ailesi varmış ve başka bir şehirde yaşıyormuş. İki senedir sesi duyuyormuş.

Yemeklerimizi bitirdiğimizde saat on biri geçiyordu.

“Nazlı, sahilde biraz yürüyüş yapalım mı?”

“Olur, benim için bir sakıncası yok.”

Hesabı ödedikten sonra çıkışa doğru yöneldik. Nazlı hemen yanımdaydı. Yavaşça elini tuttum ve el ele sahile doğru yürüdük.

“Ne kadar güzel bir gece değil mi?”

“Senin kadar güzel değil, Nazlı.”

“İltifatın için teşekkürler.” Hafifçe kıkırdadı.

Kolundan tutup nazikçe kendime doğru çevirdim.

“İltifat falan değil, gerçekleri söylüyorum”

“Pekâlâ, öyle olsun Kıvanç Bey.” Şimdi iyiden iyiye gülüyordu. Sonra nefesini hissettiğimde bir şeyin farkına vardım. Birbirimize çok yakındık! Gözleri gözlerimin dibindeydi. Sıcak nefesi ve sahilin dingin rüzgârının dans ettirdiği saçları tenimi okşuyordu. Gözlerim ondan başkasını görmüyordu. Her tarafta o vardı. Sonra o daha da yaklaştı, yaklaştı… Dudağı dudağıma değdiğinde bir anda ürperdim. Ama çok kısa bir zamanda ürperti yerini mutluluğa ve zevke bıraktı. Yavaşça belini kavradım. Onun da kollarını boynuma doladığını hissettim, ya da hissetmedim, bilmiyordum. Varlığıma dair hiçbir şey yoktu. Duymuyor, görmüyor ve bilmiyordum… Sadece vardım, şuan da burada Nazlının kollarının arasındaydım. Zamanın da bir önemi yoktu, usulca geçiyordu yanımızdan, fark ettirmeden. Kayboluşu yaşıyordum başka bir bedende…

“Hah…” Hızla nefes alıp veriyorduk. Soluk soluğa kalmıştık.

“Ben… Nazlı şimdi biz… Ben anlamı-…”

“Evet…” Kollarını hala indirmemişti. Ben de… “ Üstün zeka her zaman kullanılamıyor demek ki.” Kahkahalarla gülüyordu.

“Üstün zekâ nereden çıktı şimdi.”

“Lisedeyken matematik olimpiyatlarında derece yaptığını söylemiştin. “

“Ah peki…”

“Kızardın,” yeniden kıkırdamaya başlamıştı.” Ama böyle de çok tatlısın aşkım.”

“Aşkım…” Bunu duymayalı çok uzun zaman olmuştu. İçimde bir mutluluk dalgasının daha yükseldiğini hissetim. Sonra kollarımı beline sıkıca dolayıp sarılarak kulağına fısıldadım.”İyi ki varsın, iyi ki beni buldun.”

“Benim yaptığım bir şey yok aşkım, bu kaderimizde vardı.”

“Evet, çok doğru!” Bu sesle birlikte hızla Nazlıyı bırakıp etrafa göz gezdirdim. Yaşlı bir adam tökezleyerek ama hızlı adımlarla bize doğru geliyordu. “ Bu sizin kaderinizde var. Siz bu kaderle doğdunuz.”

Bölüm 4



(Nazlı)

Sabahın ilk ışıkları perdelerin arasından odama süzülmeye ve tenimde gezinmeye başladığında anlamıştım uyanma zamanının geldiğini. Gözlerimi açıp derin bir nefes aldım. Dün gece yine korkunç geçmişti. Yine aynı sesi duymuş ve her tarafta ateşi görmüştüm rüyamda. Evet, gördüklerim korkunç olsalar da kâbus demekte zorlanıyordum. Kabus gördüğümde çığlık atarak uyanırdım ya da başka tepkiler verirdim ama ses beni bulduğunda sadece korkuyordum. Aniden yerimden sıçradığım, uyandığım olmamıştı hiç. Hele de son 2 yılımı bu sesle geçirmiş olmama rağmen.

Yaşadığım korkunç gecelere rağmen sabahları dinç olurdum. İçimdeki garip bir coşku sabahları güzel kılardı bana. Hızlı adımlarla mutfağa doğru giderken de sabahın güzelliğini düşünmekten alamıyordum kendimi. Ve tabi Kıvanç’ı… Onu daha ilk gördüğüm anda, o kapıdan içeri ilk adım attığımda anlamıştım onun benim için farklı olacağını. Hani bir beyaz atlı prens konusu vardır ya. Her kızın hayallerini süsler. Her kız bilir onun bir gün gelip kendisini bulacağını. Ve ölene kadar mutlu mesut yaşayacağına inanır. Ben de’ işte’ dedim o gün. ‘Benim beyaz atlı prensim. Siyah dağınık saçlarının altındaki deniz mavisi gözleriyle bana bakıyor.’Buğday tenli, uzun, yapalı vücudu ve bana bakışlarıyla bambaşkaydı o. Ve o beni yemeğe davet etmişti. Oda benden hoşlanmıştı yani.

Kahvaltımı ettikten sonra, mutfağı toplayıp dışarı çıktım. Bugün işe gitmeyecektim. Arkadaşlarıma haber vermiştim, onlar da bir sakıncası olmayacağını söylemişlerdi. Bu gece benim için çok özel olacaktı. Bu yüzden arabama binip, kontağı çevirdikten sonra yönümü alışveriş merkezlerinin çevirdim.

Saat çabucak altı oluvermişti. Saç, kıyafet derken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Ama bir önemi yoktu, bu akşam mükemmel olmalıydım…

***

(Kıvanç)

“İşte böyle Cem… Güzelliğini ifade edecek kelimeleri bulmakta zorlanıyorum.”

“Abicim sen aşık olmuşsun yaa…” Yok artık der gibiydi. Onun tek gecelik aşk felsefesine zıt düşen bir durumdu bu ve o bunun nasıl bir duygu olduğunu anlayamıyordu.

“Günaydın Cem!” Normalde sabırlı biriyimdir. Sükûnetimi - belki de işim gereği- uzun süre koruyabilirdim. Ama karşımdaki cem olduğunda bunu başaramıyordum.

“Sakin ol dostum. Sen bilirsin. Ben karışmıyorum, ben sana aşk maşk hikâye diyorum ve uzak durmanı öneririm ama sen dinlemezsen sen bilirsin.” Başını bir acı sondan bahseder gibi iki yana sallıyordu.

“Pekala pekala, hadi kalkalım artık.”

Cemle bir kafede oturup konuşmuştuk. Daha doğrusu ben konuşmuştum, o da dinliyormuş gibi yapıp karşı masada ki kızları kesmişti. Fark etmediğimi düşünmüştü, zaten bende bozuntuya vermeden anlatmaya devam etmiştim. Ona uzun uzun Nazlı’yı anlatmıştım. Ona nasıl âşık olduğumu… O ise ilgisiz bir şekilde gözlerime bak aşkın gereksizliğini savunmuştu. Ben ondan yardım alabileceğimi nasıl düşünmüştüm?

Arabaya bindiğimizde saate bakmayı yeni akıl edebilmiştim.

“Cem! Saat yedi olmuş! Yarım saat sonra Nazlıyı evinden almam gerekiyor benim! Acele et! Beni evime bırakıver…” Ben paniklemiş, oturduğum yerde sağa sola dönerek konuşuyordum. O ise sakin bir şekilde cevapladı.

“Rahat ol kanka birkaç dakika içinde bu bebek uçurur bizi senin eve.” Hakkı vardı. Şuan kırmızı bir Ferrari California’nın içindeydik.

Eve vardığımda yirmi dakikam vardı. Cem beni bırakıp evine gitmişti. Ben de hızla odama gidip hazırlanmaya başladım. Taşlanmış soluk lacivert kotumu, üstüne lacivert t-shirtümü giyip, elime de beyaz ceketimi alıp banyoya koştum. Aynanın karşısında ceketimi giyerken bir yandan da saçımı nasıl yapmam gerektiğini düşünüyordum. Ceketimi giyip yakasını da düzelttikten sonra elime biraz jöle aldım. Normalde jöle kullanan biri değildim pek. Ama bu da normal bir gece sayılmazdı. Hızla saçıma şekil vermeye çalıştım. Ön kısımları kaldırıp, arka taraflara doğru eğim verdim. Sonra saate bir kez daha bakıp on dakikamın kaldığını gördüğümde saçımla uğraşmayı bıraktım ve ellerimi yıkadım.

Evden çıkarken hiç bir şeyin farkında değildim. Ayaklarım yere değmiyor gibiydi. Ne zamanın, ne mekanın, nede başka şeylerin farkındaydım. Sadece koşuyordum. Arabama atlayım kontağı çevirdim. Çıkışta Cem’in beni alacağını bildiğim için bugün arabamı evde bırakmıştım. Gaza bastığım da göstergelerin yanındaki saatten beş dakikamın kaldığını gördüm. Nazlının evinin önüne tam zamanında vardım. Kornaya basıp beklemeye devam ettim. Binanın kapısının açılması ile karşılaştığım manzarayla donakaldım. Dar ve vücudunu sıkıca saran, siyah saten, eteği ayaklarına kadar inen elbisesinin içinde buraya ait değilmiş gibi duran bir beden… Melek gibi… Bütün zarafetiyle yaklaşıyordu. Hemen arabadan çıkıp diğer tarafa koşup, arabanın sağ ön koltuğunun kapısını açtım. Zarif adımlarla yanıma geldi, ama binmedi arabaya. Tam önümde durup gözlerimin içine baktı.

“Merhaba, çok şık görünüyorsun.” Bana gülümseyen bir melek…

“Senin yanında sönük kaldım.” Sol elimi uzatım elini tuttum, bu elini ilk tutuşumdu. Oturmasına yardım ettikten sonra kapısını kapatıp hızla sürücü koltuğuna geçtim. Gaza basıp yola çıktık.

“Nereye gidiyoruz?” Sesi bir melodi gibi ruhuma işliyordu.

“Bildiğim çok güzel bir balık restoranı var, nezih bir yerdir.”

“Güzel, balık yemeyi severim.”

“Ben de.”

Heyecandan konuşacak bir şey bulamıyordum. Restorana kadar başka bir şey konuşmadık. Arabayı restoranın önünde durdur durdurmaz arabadan çıkıp Nazlı’nın kapısını açtım. Arabadan çıkarken bana gülümseyerek bir bakış attı.

“Teşekkürler.”

“Sizin gibi güzel bir hanımefendiye az bile.”

Beraber restoranın girişine doğru ilerlerken birden çok garip bir hissin bedenimde dalgalandığını hissettim. Tamamen yabancı bir histi, bana ait değil gibi. Başlangıçta çok hafifti, ama daha sonra şiddetlenerek belirgin bir hal aldı. Korku gibiydi ama tam olarak değildi. Sonra sert ve tanıdık bir ses duydum. Hem de çok tanıdık bir ses.

“Sen sana verilen büyük şansı geri tepiyorsun. Sonsuz güç avuçlarının arasında… Kaderine kulak ver… Seçeneklerin sınırlı. Ölüm yâda güç. Karar senin…” Sonra bir çığlık duyup başımı hızla çevirdim. Nazlı yerde diz çökmüş bir halde mırıldanıyordu.

“Şimdi olmaz, bu gece olmaz… BENİ RAHAT BIRAKK!!!”

Bölüm 3




“Ölüm yada güç… Peki Nazlı daha önce de bu tarz şeyler söylemiş miydi?” Karşılaştığımız durumun kesinlikle şizofreni olmadığına emindim. İlk dayanağım şizofrenlerin asla hastalıklarını kabul etmediği gerçeğiydi. Onlar kendilerine hayallerinden bir dünya kurar ardından bu dünyayı gerçek kabul ederlerdi. Kendi gerçekliklerinden başka her gerçeğe kulakları kapalı olurdu. Ama Nazlı durumun normal olmadığının, kendi ayağıyla bir psikologa gelecek kadar farkındaydı. İkincisi ise şizofrenler normal görünmezlerdi. Bakışları hep kaskatı, hareketleri yok denecek kadar az olurdu. Oysa Nazlı normal – aslında normalden kat kat daha iyi – görünüyordu. Hareketleri, duruşu, bakışı…

“ Evet, yani tam olarak değil belki ama yani demek istediğim ölümden söz etmemişti hiç. Ama güçten bahsediyor hep. Kaderine inan, görevini yap ve bana kulak ver gibi şeyler de söylüyor. Neyden bahsettiğini bilmiyorum. Kafam… çok karışık.” Açık kahve saçının bir tutamını nazikçe kulağının arkasına götürdüğünde, gözlerindeki çaresizliği gördüm.

“Çok ilginç,” diyecek hiçbir şey bulamıyordum. Durumun karışıklığı yetmezmiş gibi Nazlı karşımda kıyas kabul edilemez güzelliği ile bana bakarken kafamı toplamakta güçlük çekiyordum. Yavaşça ayağa kalktım ve masama yöneldim. “inan bana benim kafam da oldukça karışık.” diyebildim otururken.

“Yalnızken daha çok duyuyorum sesini. Çığlık atmak geliyor içimden, ama sesim çıkmıyor. Duvarlar kayboluyor bir anda ve kocaman bir karanlığın ortasında kalıveriyorum. Evimde de duramaz oldum bu yüzden. Her gece bir arkadaşımla dışarı çıkıyorum son zamanlarda ama o beni rüyamda bile buluyor.” Yavaş ve narin hareketlerle yattığı yerden doğrulup otururken hayretle onu izliyordum. Zarafet… sonra gözünü bana dikip, enerjisinin son kırıntılarını kullanıyormuş gibi tek solukta sormuştu sorusunu. “Bana yardım edebilir misin? ”

“Bir akşam yemeğine ne dersin!?” Ne demiştim ben? Bir anda ağzımdan kaçmıştı. Yani bunu deli gibi istiyordum ama söylememem gerekirdi.” Yani demek istediğim yalnız kalmaman için.” Gözleri şaşkınlıkla iri iri açıldığından hızla saçmalamaya başlamıştım.” Ya-yani doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde… demek istediğim hasta olduğun değil ama… yani iyiliğin…”

“Bu bir çıkma teklifi miydi?” İri iri açılmış şaşkın gözleriyle bana bakmayı sürdürüyordu. Yüz hatları kusursuz bir şekilde anlamsızdı. Ne düşündüğünü anlayamıyordum. Ayağa kalkıp, söylenerek burayı terk etmesi an meselesi gibiydi. Sonra beni çok şaşırtacak bir şey yaptı. Gülümsüyordu… Belki de onunla tanıştığımızdan beri ilk defa ama bunu da mükemmel bir şekilde yapıyordu. Ben hayretle onu izlerken o konuşmasını sürdürdü.” Ne o surat öyle? Benim için bir sakıncası yok, gidebiliriz. Ama bu akşam başkasına sözüm var.” Artık resmen kıkırdıyordu. Nefes alıyor muydum? Bilmiyordum…

“Yani şimdi yemeğe… gidiyor muyuz?”

“Evet,” İpek saçlarını nazikçe arkaya attı.” Ama yarın akşam. Saat sekiz gibi benim için uygun. Telefonum var nasılsa. Telefonlaşırız.” Yine bir zarafet gösterisi gibi olduğu yerden kalktı ve bana biraz daha yaklaştı.

“ Ne oldu? Nereye?”

“Süremiz doldu. Bunu senin takip edip söylemen gerekmiyor muydu?” ellerini göğsünde birleştirmiş bana bakıyordu.

“Ah evet,” kızarmaya başladığımı hissediyordum.” Sanırım birini düşüyordum.”

Gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. “ Pekâlâ, yarın görüşmek üzere,” ellerini indirmiş, ardından sağ elini biraz kaldırıp yarım bir şekilde el sallayarak veda etmişti. Ben de ne yaptığımı bilmez bir şekilde karşılık verdikten sonra da arkasını dönüp açık kahve saçlarının dansı eşliğinde odadan çıkmıştı. Kafam karmakarışıktı. Sesi tamamen unutmuş, sadece Nazlıyı düşünüyordum. Bir süre boş boş kapanan kapıya baktıktan sonra içimde yepyeni bir korku dalgası hissettim. Yarın ne olacaktı? Bir kıza karşı böyle şeyler hissetmeyeli, birlikte bir şeyler yapmayalı çok uzun zaman oluyordu. Ya yanlış bir şey yapıp, başlamadan bitirirsem her şeyi? Bir şeyler yapmalıydım. Sonra aklıma gelen şeye ben bile şaşırdım. Tabi ya! Bana yardım edebilecek bir kişi tanıyordum.

Telefonu mu çıkarıp listeden ismi buldum. Arama tuşuna basıp telefonu kulağıma götürdüğümde içimdeki korku dalgasının yerini çoktan heyecan almıştı.

Biip… Biip… Biip… Bi-

“Ooo Kıvanç, ne haber kanka yaa!” Sesinde şaşkınlık ve heyecanın yanında çözemediğim başka bir şey daha vardı.

“İyiyim Cem sen nasılsın?” Ben de heyecanlıydım ama ses tonumu sakin tutabilmeyi psikologluğa başlarken öğrenmiştim.

“Bomba gibi! Şaşırdım yalnız… ne oldu da aradınız beyefendi. Siz bu numarayı bilir miydiniz?”

“Evet, tabi… Ben… Bir durum var ve senin ilgi alanına giriyor.” Cem in kızlarla arası hep iyi olmuştu. Cem üniversitede arkadaş grubumuzun en çılgın karakteriydi. Kafasına eseni yapan hızlı çapkındı o. Çıkmadığı kız kalmamıştı üniversitede. Ama zaman geçiyor, olgunlaşıyorduk. Onunda artık durulduğunu umuyordum.

“Kızlar mı? Parti mi?” Ardından bir kahkaha koparmıştı. Ve anlaşılan durulmamıştı.

“Pekâlâ, kızlar…” ona Nazlı’dan bahsetmeli miydim hala bilmiyordum. Ama telefonu açtığıma göre geri dönüşü yoktu.

“Ne oldu, ev işlerini yaptıracak birine mi ihtiyacın var?” Sesinde belirgin bir ima vardı. Ama sözlerine devam ederken sesine kayıtsız bir ton katmıştı.”Ya da –pek ihtimal vermiyorum ama – birinden falan mı hoşlanıyorsun.”

“Ne demek pek ihtimal vermiyorum! Evet, biri var! Yani… anlatırım sonra, seninle konuşmam gerekiyor.” Birden gaza gelmiştim.”Belki bana ne yapmam gerektiği konusunda biraz yardım edersin.”Sonlara doğru sesim duyulamayacak kadar kısılmıştı.

“Evvet, kanka doğru adrestesin! Şuan işlerim var,” anlarsın ya der gibi bir sesi vardı.” ama yarın konuşabiliriz. Ben iş çıkışı gelir seni alırım, beraber bir yerlere gider konuşuruz.”

“Tamam tamam ben fazla uzatmayayım o zaman. Yarın görüşürüz hadi kendine iyi bak.” Ondan da bir ‘bayyy’ sesi geldikten sonra telefonu kapatıp derin bir nefes aldım. Yarın yorucu bir gün olacaktı.

***
Eve giderken de aklımda hep Nazlı vardı. Nasıl olmuştu da bu kadar kısa bir sürede ona şuursuz bir şekilde bağlanmıştım? Bilmiyordum… Ama saçları, gözleri biran bile gözümün önünden ayrılmıyordu. Sonra kollarımın arasındayken ki anı düşündüm. Kokusunu hala hissediyordum. Tam hayallerimin en yoğun olduğu bir zamanda ani bir korna sesi ile irkildim. Karşımdan bir araba hızla bana doğru geliyordu. Ani bir hareketle direksiyonu sağa kırdım ve frene asıldım. Kazadan kıl payı kurtulmuştum. Birkaç derin nefes daha aldım, ve eve gidene kadar Nazlıyı aklımdan uzaklaştırmaya uğraştım.

Anahtarı çelik kapının kilidine yerleştirip açtım. Kapıyı araladım ama içeri girmedim. Kapanın girişinde öylece dikilip boş, kocaman evi inceledim. Ailemin yokluğunda bu koca ev benim için bir evden, anlamsız boş bir yere dönüşmüştü. Beni buraya bağlayan hiç bir şey yok gibi, buraya artık evim demekte güçlük çekiyordum. İçeri adımımı atıp kapıyı kapattım. Işıkları açarak odama doğru yürüdüm. Yürürken de nasıl olup da bu kadar yalnız kaldığımı düşünüyordum. Annemi ve babamı bir kaza da kaybetmiştim. Aslında pek kaza da denemezdi. Annem ve babam her zaman öğleden sonraları sahile yürüyüşe çıkarlardı. Bir sahil kentinde olmanın faydaları… O gün de yürüyüşten geliyorlarmış. Yollarının üzerindeki bir inşaatta eksik çakılan birkaç tahta yüzünden bina yıkılmıştı. Ve bu ihmal, o sırada hemen yanındaki kaldırımda yürüyen ailemin hayatına mal olmuştu.

Odamda ki büyük boy aynamın önüne dikilip kendimi baştan aşağı süzdüm. Acı anılarım yüzünden yine ağlayıvermiştim anlaşılan. Elimi gözüme götürüp bir damla göz yaşının sildim. Ardından diğer elimle kravatımı çözdüm. Canım yemek yemek istemiyordu. Bir an önce kendimi yatağa atmak ve yarına kucak açmak istiyordum.

***

Kocaman karanlık bir boşlukta süzülüyordum. Ne bir ses, ne bir görüntü, hiç bir şey yoktu. Neresiydi burası? Rüya mı görüyordum? Hayır, rüyalar bu kadar canlı ve gerçekçi olmazdı. Peki, bu nasıl oluyordu da ayaklarım yere değmeden, öylece boşlukta süzülüyordum. Ben ne olduğunu bulmaya çalışırken, derin kuvvetli bir ses yankılandı boşlukta. Nerden geldiğini bilmiyordum. Etrafımda bir yerden mi, yoksa içimde bir yerden mi geliyordu bilmiyordum. Yalnızca duyuyordum. Aslında duymak değil de hissetmek gibiydi. Derinlerden yükselen önlenemez bir güç gibi…

“Zaman daralıyor… Efsane kendini var kılacak… Kıvılcımların seçim şansı yok… Sen insanoğlu, içindeki sese kulak ver… Kaderin sana sonsuz güç vaat ediyor…”

Bölüm 2



“Nazlı Hanım! Nazlı Hanımmm! Sakin olun yine mi aynı sesi duyuyorsunuz!?” Hızla yanına gidip yere diz çöktüm. Kahve saçları tutam tutam, yüzünü örten ellerinin üzerinden dökülüyordu.

“Yeterr! Sus artık sus! Ne olur beni rahat bırak artık! Biri yardım etsin! Söylediklerinin tek kelimesini bile duymak istemiyorum!” Sesi avuçlarının arasından süzülürken, bedeni titremeye devam ediyordu. Büyük olasılıkla yine o bahsettiği ‘tarifi imkânsız ses’i duyuyordu. Canının acıdığı belliydi. Sesindeki acı aramızdaki boşluğu doldurmuş ve fark edilmemesi imkânsız bir hal almıştı. Onu böyle yerde çaresizce diz çökmüş, ağlarken görmek içimde soğuk bir sızıya neden olmuştu.

Sesi git gide duyulmaz bir hal almaya başlamış, titremesi de azalmıştı. Susuyor muydu ses? Acısı geçiyor muydu?

“Nazlı hanım? Lütfen… lütfen bana bakar mısınız? Bakın, sakin olmalısınız.” Sol elimi havaya kaldırdım, tereddütlü bir şekilde yüzünü örten saçlarına uzandım. İpek gibi yumuşacıktı. Usulca araladım saçlarını. Yüzüne ulaşmaya çalışıyordum. Ancak aniden ellerini indirip tekrar bağırmaya başlayınca panikle kendimi geriye attım.

“Hayır, hiç alakası yok! Ne istiyorsun benden!? Beni rahat bırak artık! Dayanamıyorum anlamıyor musun dayanamıyorum, daya-namıy-orumm… daya…” ve narin ceylan kendini öylece yere bıraktı. Anın şokuyla bir an öylece kaldım, ama daha sonra hızla uzanıp yakaladım. Bayılmıştı. Kollarımın arasındaydı. Sıcaklığını duyuyor, tatlı kokusunu içime çekiyordum. Dayanılacak bir şey değildi ama bu sersemlikten kurtulmalıydım. Başımı hızla iki yana doğru sallayıp Nazlı’yı yerden kaldırmam gerektiğine odaklandım. Sağ elimi diz kapağının altına gelecek şekilde bacaklarının altına uzattım. Sol elimi de belinin etrafında sıkıca kavrayıp ayağa kalktım. Zarif bedenin hafif ağırlığını taşımak hiç zor değildi. Ağır adımlarla masamın karşısındaki siyah deri koltuğa doğru ilerledim. Narin ceylanı kutsal bir emanet gibi yavaş yavaş koltuğa uzattım. Tam neyi var diye bakmak için elimi alnına uzattığım sırada kapıda önce birkaç tıkırtı ardından Elif Hanımın ince sesini duydum.

“Kıvanç bey kongre merkezinde düzenlenecek olan konf- A-ah ne oldu Nazlı hanıma? Ha pardon ben… terapi, pardon tekrar özür dilerim ben sadece…” Aniden paniklemiş, hızlı adımlarla yanımıza gelmişti. Sonra yanlış anladığını düşünüp – yani bir terapi sırasında olduğumuzu ve Nazlının uyuduğunu sanıp – sesini alçaltmıştı.

“Sakin olun Elif hanım terapi de değildik, aniden fenalaştı Nazlı, hanım, yani Nazlı Hanım. Ben de neyi olduğunu anlamaya çalışıyordum.” Ben bunları söylerken iri deniz mavisi gözleri panikle parlamıştı. Elif hanım kırklı yaşlarında, kısa boylu, biraz balıketli, koyu tenli ve oval yüzünü çevreleyen kızıl küt saçlarıyla oldukça şeker bir hanımdı. Hem klinikte bana yardımcı oluyor, randevu işlerini ayarlıyordu, hem de annemin yokluğunda bozulan ev hayatımı çekip çeviriyordu. Sıcacık gülümsemesiyle hep yanımda olduğunu bilmek çok güzeldi.

“İzin verin ben bakayım Kıvanç Bey” dedikten sonra hızlı adımlarla yanıma gelip önce elinin dış yüzeyini Nazlının alnına koyup bir süre bekledi. Ardından diğer eliyle bileğini kavrayıp nabzını yokladı. Doğrulup yüzünü bana döndüğünde gözlerinde rahatlama vardı, “Ciddi bir şey yok gibi, sanırım fenalaşmış ben biraz kolonya bulup gelirken sizde yanında beklerseniz iyi olur.”

“Tamam, bu arada bana bir şey diyecektiniz herhalde?” Odaya girerken bir konferans la ilgili bir şeyler söylediğini hatırlamıştım.

“ Evet, ‘Yeni Bulgular Ve Yöntemler ‘ konferansınız iki gün sonraya ertelenmiş, Erhan Beyin sekreteri aradılar."
“ İki gün sonra Perşembe değil mi? Başka randevum yok mu?"

“ Yok hayır kontrol ettim. O gün hemen hemen boşsunuz.”

“Tamam, sağ ol, sen masana dönebilirsin ben hallederim gerisini.” Erhan üniversiteden iyi bir arkadaşımdı. Ben bana bu kadarı yeter derken, o hırs yapmış, azimle, daha çok çalışmış ve kendini mesleki anlamda daha çok geliştirmişti. Şimdi ben gökyüzünde herhangi bir yıldızdım, o ise bir ay. Ama hep yakındık birbirimize. En son bir hafta kadar önce bir fax çekmiş, psikolojik rahatsızlıklarda yeni bulgular ve yöntemler konulu bir konferans düzenleyeceğini bildirmişti. Ve beni onurlandırarak yardımımı istemişti. Seve seve kabul etmiştim ben de.

“Ne demek Kıvanç Bey,” sonra sesini biraz alçaltıp yüzünde şefkat dolu bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürdü “Kıvanç ben hep senin yanında olacağım, ne zaman istersen hep yardım için hazır olacağım.”

Aramızda patron çalışan ilişkisi olduğundan, hele de başkalarının yanında, resmiyetimizi korumaya çalışırdık. Ama bu sefer aramızdaki resmiyet oyununu bir kenara bırakmış, yine o anne ruhuyla konuşmuştu benimle. “Biliyorum Elif abla ve bunun benim için anlamının ne kadar büyük olduğunu anlatamam bile, iyi ki varsın.” Ben de gülümsemeye başlamıştım.

“Pekâlâ, bu kadar yeter ben masama dönüyorum o halde.”

“Tamam.”

“ Neler oldu? Ah, kendimi yine tutamayıp bayıldım değil mi?” Nazlının kırık fısıltısını duyduğumda heyecanla yaklaşıp önünde diz çöktüm.

“Sanırım, peki bu daha önce de oldu o zaman öle değil mi?” ‘Yine’ dediği gözümden kaçmamıştı.

“ Evet, çoğu zaman kendimden geçiyorum. Canım çok… acıdığından sanırım.” Sesinin cılız tonu yüreğimi acıtıyordu.

“ Ne duydun bu sefer peki? Seni bu kadar rahatsız eden neydi?”
Gözleri bir an dondu, bedeni hareketsiz kaskatı kesildi, ardından konuşmaya başladığında sesindeki korkulu ama güçlü tını tüylerimin ürpermesine sebep oldu.

“Sen sana verilen büyük şansı geri tepiyorsun. Sonsuz güç avuçlarının arasında… Kaderine kulak ver… Seçeneklerin sınırlı. Ölüm yâda güç. Karar senin…”

Bölüm 1



“Anlıyorum.”
“Hiç zannetmiyorum. Sen… sen nerden bilebilirsin ki?” Açık kahve saçları bukleler halinde açık yüzünü çevreliyor, konuşurken başı hareket ettikçe dans ediyorlardı.

“Sakin olun Nazlı Hanım, anlıyorum; çünkü daha önce sizin gibi pek çok hastayla karşılaştım.” Ben bir yandan konuşurken o da tahammül edemiyor gibi başını iki yana sallıyordu. Gözleri kahverenginin sıradan bir tonundaydı ama bu hayatta yaşadıklarından belki de, gözlerine yerleşmiş ağır ifade hiç de sıradan değildi. Pürüzsüz beyaza yakın renkte yüzü, belirgin kırmızı dudakları ve kendinden emin duruşuyla… Daha onu gördüğüm ilk andan deri ona karşı bir çekim duyuyordum. Yirmi beş yaşındaydı –tıpkı benim gibi, nede hoş bir tesadüf-, kısa süre önce kafasında anlam veremediği garip sesler duyması şikâyetiyle kliniğime gelmişti. Bu ikinci seansımızdı ve başlayalı 45 dakika kadar olmuştu. Geçen seansımızda durumun apaçık şizofreni olduğunu düşünmüştüm, ancak fikrim değişmeye başlıyordu.

Yüzüne düşen bir tutam saç, gözlerini görmemi engelliyordu ve bu yüzden aklından geçenleri anlayamıyordum. Sinirli? Mutsuz? Çünkü hastalarımın çoğunun o an ne hissettiğini ya da aklından neler geçtiğini gözlerinden anlardım. Mesleğim gereği geliştirdiğim bir içgüdüydü sanırım.

Bir anda ayağa kalktı. İşaret parmağını havada sallayarak bağırmaya başladı. Bu ani tepkisine hazırlıksız yakalanmıştım. O güzel narin ceylan şimdi öfkeden çılgına dönmüş gibi titreyerek haykırıyordu. Sanki bir an karşımda vahşi bir varlık görür gibi oldum. Ama bu vahşi hal bile yakışıyordu ona.

“Yanılıyorsun! Genellemeler sadece hayvanlar ya da cansız varlıklar söz konusuysa mümkündür. Asla insanları genelleyemezsin, asla. Bak. “ Sesi yavaş yavaş normal tonuna dönüyordu.”Kıvanç, duyuyorum ama ne duyduğumu bilmiyorum. Resmen benimle sohbet ediyor. Yaptığım her hareketin farkında ve hiç susmuyor. Defalarca ona karşı kulağımı tıkamaya çalıştım, duymamak için… ama olmuyor. Sesi ruhumun derinliklerinden yükseliyor sanki. Önlenemez bir güç gibi, duymaktan çok hissetmek gibi… ve sürekli aynı şeyleri fısıldıyor içime:”Gerçek olan benim, ben seni seçtim, sen farklı olansın, sen ölümlülerde en üstün olansın.” ‘Ses’in söylediklerini anlatırken sesi titremeye başlamıştı. Göz bebekleri büyümüş hareketleri yavaşlamıştı, anlaşılan o anları hatırlıyordu. Kendisine acı veren anılar aklından, derinliklerden çıkıp bedenine süzülüyordu yepyeni acılarla. Bir an duraksadı, tekrar konuşmaya başladığında normal haline dönmüştü.” Tarifi imkansız bir sesi var, huzur verici ama bir o kadar da insanı uyaran, rahatsız eden. O konuşurken bambaşka biri gibi hissediyorum kendimi. Ve… ve ben bu işten çok sıkıldım. Eski normal hayatıma geri dönmek istiyorum. Yardım et bana ne olur. Beni yine eski Nazl-ı ya… pp …Ahhh !!!

Bir anda gözlerimin önünde, feryat ederek diz çökmüş ve ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları bütün odada yankılanıyordu. Gür, acı dolu ve derinden gelen…