23 Haziran 2010 Çarşamba

Bölüm 2



“Nazlı Hanım! Nazlı Hanımmm! Sakin olun yine mi aynı sesi duyuyorsunuz!?” Hızla yanına gidip yere diz çöktüm. Kahve saçları tutam tutam, yüzünü örten ellerinin üzerinden dökülüyordu.

“Yeterr! Sus artık sus! Ne olur beni rahat bırak artık! Biri yardım etsin! Söylediklerinin tek kelimesini bile duymak istemiyorum!” Sesi avuçlarının arasından süzülürken, bedeni titremeye devam ediyordu. Büyük olasılıkla yine o bahsettiği ‘tarifi imkânsız ses’i duyuyordu. Canının acıdığı belliydi. Sesindeki acı aramızdaki boşluğu doldurmuş ve fark edilmemesi imkânsız bir hal almıştı. Onu böyle yerde çaresizce diz çökmüş, ağlarken görmek içimde soğuk bir sızıya neden olmuştu.

Sesi git gide duyulmaz bir hal almaya başlamış, titremesi de azalmıştı. Susuyor muydu ses? Acısı geçiyor muydu?

“Nazlı hanım? Lütfen… lütfen bana bakar mısınız? Bakın, sakin olmalısınız.” Sol elimi havaya kaldırdım, tereddütlü bir şekilde yüzünü örten saçlarına uzandım. İpek gibi yumuşacıktı. Usulca araladım saçlarını. Yüzüne ulaşmaya çalışıyordum. Ancak aniden ellerini indirip tekrar bağırmaya başlayınca panikle kendimi geriye attım.

“Hayır, hiç alakası yok! Ne istiyorsun benden!? Beni rahat bırak artık! Dayanamıyorum anlamıyor musun dayanamıyorum, daya-namıy-orumm… daya…” ve narin ceylan kendini öylece yere bıraktı. Anın şokuyla bir an öylece kaldım, ama daha sonra hızla uzanıp yakaladım. Bayılmıştı. Kollarımın arasındaydı. Sıcaklığını duyuyor, tatlı kokusunu içime çekiyordum. Dayanılacak bir şey değildi ama bu sersemlikten kurtulmalıydım. Başımı hızla iki yana doğru sallayıp Nazlı’yı yerden kaldırmam gerektiğine odaklandım. Sağ elimi diz kapağının altına gelecek şekilde bacaklarının altına uzattım. Sol elimi de belinin etrafında sıkıca kavrayıp ayağa kalktım. Zarif bedenin hafif ağırlığını taşımak hiç zor değildi. Ağır adımlarla masamın karşısındaki siyah deri koltuğa doğru ilerledim. Narin ceylanı kutsal bir emanet gibi yavaş yavaş koltuğa uzattım. Tam neyi var diye bakmak için elimi alnına uzattığım sırada kapıda önce birkaç tıkırtı ardından Elif Hanımın ince sesini duydum.

“Kıvanç bey kongre merkezinde düzenlenecek olan konf- A-ah ne oldu Nazlı hanıma? Ha pardon ben… terapi, pardon tekrar özür dilerim ben sadece…” Aniden paniklemiş, hızlı adımlarla yanımıza gelmişti. Sonra yanlış anladığını düşünüp – yani bir terapi sırasında olduğumuzu ve Nazlının uyuduğunu sanıp – sesini alçaltmıştı.

“Sakin olun Elif hanım terapi de değildik, aniden fenalaştı Nazlı, hanım, yani Nazlı Hanım. Ben de neyi olduğunu anlamaya çalışıyordum.” Ben bunları söylerken iri deniz mavisi gözleri panikle parlamıştı. Elif hanım kırklı yaşlarında, kısa boylu, biraz balıketli, koyu tenli ve oval yüzünü çevreleyen kızıl küt saçlarıyla oldukça şeker bir hanımdı. Hem klinikte bana yardımcı oluyor, randevu işlerini ayarlıyordu, hem de annemin yokluğunda bozulan ev hayatımı çekip çeviriyordu. Sıcacık gülümsemesiyle hep yanımda olduğunu bilmek çok güzeldi.

“İzin verin ben bakayım Kıvanç Bey” dedikten sonra hızlı adımlarla yanıma gelip önce elinin dış yüzeyini Nazlının alnına koyup bir süre bekledi. Ardından diğer eliyle bileğini kavrayıp nabzını yokladı. Doğrulup yüzünü bana döndüğünde gözlerinde rahatlama vardı, “Ciddi bir şey yok gibi, sanırım fenalaşmış ben biraz kolonya bulup gelirken sizde yanında beklerseniz iyi olur.”

“Tamam, bu arada bana bir şey diyecektiniz herhalde?” Odaya girerken bir konferans la ilgili bir şeyler söylediğini hatırlamıştım.

“ Evet, ‘Yeni Bulgular Ve Yöntemler ‘ konferansınız iki gün sonraya ertelenmiş, Erhan Beyin sekreteri aradılar."
“ İki gün sonra Perşembe değil mi? Başka randevum yok mu?"

“ Yok hayır kontrol ettim. O gün hemen hemen boşsunuz.”

“Tamam, sağ ol, sen masana dönebilirsin ben hallederim gerisini.” Erhan üniversiteden iyi bir arkadaşımdı. Ben bana bu kadarı yeter derken, o hırs yapmış, azimle, daha çok çalışmış ve kendini mesleki anlamda daha çok geliştirmişti. Şimdi ben gökyüzünde herhangi bir yıldızdım, o ise bir ay. Ama hep yakındık birbirimize. En son bir hafta kadar önce bir fax çekmiş, psikolojik rahatsızlıklarda yeni bulgular ve yöntemler konulu bir konferans düzenleyeceğini bildirmişti. Ve beni onurlandırarak yardımımı istemişti. Seve seve kabul etmiştim ben de.

“Ne demek Kıvanç Bey,” sonra sesini biraz alçaltıp yüzünde şefkat dolu bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürdü “Kıvanç ben hep senin yanında olacağım, ne zaman istersen hep yardım için hazır olacağım.”

Aramızda patron çalışan ilişkisi olduğundan, hele de başkalarının yanında, resmiyetimizi korumaya çalışırdık. Ama bu sefer aramızdaki resmiyet oyununu bir kenara bırakmış, yine o anne ruhuyla konuşmuştu benimle. “Biliyorum Elif abla ve bunun benim için anlamının ne kadar büyük olduğunu anlatamam bile, iyi ki varsın.” Ben de gülümsemeye başlamıştım.

“Pekâlâ, bu kadar yeter ben masama dönüyorum o halde.”

“Tamam.”

“ Neler oldu? Ah, kendimi yine tutamayıp bayıldım değil mi?” Nazlının kırık fısıltısını duyduğumda heyecanla yaklaşıp önünde diz çöktüm.

“Sanırım, peki bu daha önce de oldu o zaman öle değil mi?” ‘Yine’ dediği gözümden kaçmamıştı.

“ Evet, çoğu zaman kendimden geçiyorum. Canım çok… acıdığından sanırım.” Sesinin cılız tonu yüreğimi acıtıyordu.

“ Ne duydun bu sefer peki? Seni bu kadar rahatsız eden neydi?”
Gözleri bir an dondu, bedeni hareketsiz kaskatı kesildi, ardından konuşmaya başladığında sesindeki korkulu ama güçlü tını tüylerimin ürpermesine sebep oldu.

“Sen sana verilen büyük şansı geri tepiyorsun. Sonsuz güç avuçlarının arasında… Kaderine kulak ver… Seçeneklerin sınırlı. Ölüm yâda güç. Karar senin…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder